İĞRENÇ VE KAÇIŞ
09/07/13 | YORUM SAYISI 0 | GÖRÜNTÜLENME 2506 |    Ters Dizgi
İĞRENÇ VE KAÇIŞ

Kent gerilerde kalmaya mahkumdur.
Kavgalarımızın akşamıydı.Yorgun ve bıkkındık.
Balıkçı iskelesinde onlar ihtiyar, deniz emekçisi, kara kasketli bir adamı dövüyorlardı. Düşüyor, doğruluyor; kan revan içinde tekrar düşüyor. Sütlüce’nin yamaçlarından kopan bir rüzgâr, denizin hafif dalgalarını kıyıya çarpıyor. Akşamdır. Gün, göğümüzden az önce çekilmiştir. Çift yönlü yollardan araçlar farklı istikâmetlere kayıyor. Telaş, korku, tedirginlik.

Metropolün bütün semtleri kaynar. Gecedir. Devriyeler yola çıkmıştır. Gözü kanlı katiller, travestiler ve diğerleri. Otobüs kundaklanır. Ayrılıkçı Kürtler köprüyü tutmuştur. Karanlık sulara “Biji azade” sesleri batar.

Bir şeyler…Vapurun arka bölmesinde sarayın burnundaki parka takılırım. Gözlerim oraya kilitlenmiştir. Bir kadın belirir. Dalgaların ucunda durur. Köpüklere dokunur. Şalının uçları suya değer. Taşlarda dengesini sağlamaya çalışır. Gemi kaymaktadır. Oralar sönükleşir, bakışlarıma yabancılaşır. Bir şeyler, şehirle birlikte bütün şeyler gerilerde kalmaya mahkumdur.

Dedem ceviz ağacının gölgesinde börkünü tamir ediyor. Reyhanlar kokuyor. Ark boyunca binlerce çeşit ot büyüyor. Bir sincap, ardıç ağacının iri gövdesinde gözden yitiyor. Orada tırpan asılıdır. Bir çekiç, örs… Az ileriki tepeciğin eteğinde uzanan birkaç dönümlük yonca tarlası. Dedem, ben… Kayın ağaçlarının aralarına dağılmış koyun sürüleri.

Evet o mahkum demiştik. Şehir, kavgalarımız, gemilerin kıç taraflarında martılara simit saçaladığımız sevgili. Bölücüler, radikal İslamcılar; çatık kaşlarıyla olup bitenleri anlamak isteyen Boğaziçi Köprüsü . Onlar gerilerde kalacak.

Hanife kadın geceden kalkar. Başını sıkıca sarmaktadır. Soğuk bir hava vardır. Boğazım balgam bağlamıştır Yaylanın yıldızları, gece boyu öten çekirge sürüleri, ışık böcekleri… Karlığın kuzunda koyunlarını yataklayan çobanın dalgın hali.

Her şey ve bütün bir hayat burasıdır.

Elimde bir çoban değneği vardı. Karşıki dağlarda bulutlar duruyordu. Zaman durmadan ilerliyordu. Kapkaranlık ve yağmur yüklü bulutlar, gökten ağaçların uçlarına kadar indi. Bir yaz başlangıcıydı. Sağanaklar patlayıverdi. Köy Hizmetleri’nin iş makineleri araba yolunu yeni açmıştı. Toz toprak şimdi çamura, insanın özüne dönmüştü.

Buraları çok iyi hatırlıyorum. Keçi sürülerinin, katırların dizilip yürüdüğü patika şu çam ağacının altından geçiyor. Dozerler her şeyi, tüm maziyi medeniyet uğruna yerle bir etmişler. Bir Ermeni mezarı şuradaydı. Hâlâ duruyor mudur? Ayakları kıbleye doğru uzanan, ağaç üzerine bir çiçek ve bir haç işlemeli Ermeni mezarı. Dedem anlatırdı:

-Torun, hiç dikkat ettin mi? Dağlarımızın ismi hep tuhaftır. “Boyam, Manik, Cartom…” Onlar gittiler. Biz kovduk. Yurtlak uğruna, otlak uğruna kovduk. Savaşamadılar. Vatan, yurt bilinci onlarda bu kadardı. Bıraktılar ve kaçtılar. Mezarları ve isimleri kaldı.

Deniz kokuyor. Dev bir yük gemisi Karadeniz’e kayıyor. Vakur ve oturaklı bir hâl. Az sonra lodos çıkıyor. Kulübemin duvarına deniz çarpıyor.

Bir şehre gelmiştim. Kent, akşamın yalnızlığında, uzayıp giden yolların tenhalığında ve sarı arabaların gizemli seferinde titriyor. Melankoliye yakalanmıştı, kara kızın yazmasını omzuna alıp ocakta eriyen odunlara bakan dev adamın acı çekmesi gibi kıvrılıyor.

Harem’den kuzeye yürüyordum. Güneş karşı kıyılardaki silüetlerin üzerinde duruyordu. Ne olduğunu anlayamadım. Bir yağmura yakalanmıştım. Sığınacak bir yer göremiyordum. Islandım.

Ben, diyordum.
Sonra sen, şehir, onlar ve diğerleri.
Öykü bu defa kısacık değildi. Bir şehrin görkemi, heybeti kadar yaman ve büyüktü.

Ellerini tutmuyordum. Yanımda dahi değildin. Seninle yürüyordum. Bir mim harfini boğazıma geçirmiştin. Eşit adımlarla yürümüyorduk. Sen birkaç saniye öndeydin. Boğazımdaki harfin ucundan çekiyordun. Sana bağlanmıştım. Ellerinden kurtulmak istemiyordum.

Zaman geçiyor. Bir deniz. Turuncu gemiler. Yorgun kanatlarını çırpamayan martılar. Denizde sallanan renkli balonlara nişan aldıran Giresunlu Fahri Dayı. Biz. Ellerimizle tutuşamadıklarımız…

Büyük, ahşap , kırmızı bir yalının bahçesinin sonunda, yosunlu denize kapısı açılan, tek odalı bir kulübeye yerleştirilmiştim. Beni buraya kim koymuştu, bilmiyordum. Kapımdan deniz görünüyordu. Kendi ellerimle bedenimi bu şehre getirmiştim. Ama, yalnızlığın orta yerine, gaz lambasının en değerli eşya olarak duvarında asılı durduğu bu odaya bırakılmıştım. Kulübenin tahta duvarları çılgın lodosun köpürttüğü dalgalara omuz koyuyor. Güneşin tebessüm ettiği vakitlerde, ileriki parkta bütün çocuklar salıncaktadır.

Gece üzerime hıncıyla iniyor. Ayazdır. Yıldızlar en parıldayan haliyle görünürler. Sirenler çınlar. Gemiler böğürür. Silahlı adamlar karanlığa çıkmıştır. Polisler korkar. İmansızlar kimdir?

Döşemesi yırtık kanepem açılmıyor. Zaten uyuyamayacağım. Gaz lambasını geceleri yakmıyorum. Gemiler üzerime doğru geliyor. Penceremden onların ışıkları odama doluyor. Ellerim saçlarımda geziniyor. Yalnızlık az ileride bir dalgaya binmiş, başını dönderiyor. Âlemle, benimle alay ediyor.

Dedem… O dağların mor sümbüllü yaylaları. Kenger dikenleri, boyacılar. Tekneli pınarın dondurucu suyu. Çayırlıkta semeri alınmış tırısa koşan kısrak; boz tay onun peşindedir.

Sabahların en erken saatinde ki bebekler uykudadır. Hanife kadın dirseğime dokunur. Kalkmam gerekmektedir. Yüzümü asla yıkamam. Gocuğumu sıkıca bedenime geçiririm. Gece boyu biriken keskin soğuklar bu saatte en yoğundur. Koyunlar tepelerden toplanacaktır. Gerçi dedem, o ihtiyar adam, ak sakalları rüzgâr vurdukça dalgalanan adam- onu uykusuz gözlerimin arasından net seçemezdim- bu işi yarı yarıya tamamlamıştır. Ben sadece onun yanında dururum. Kayalara çarpan güneşin kızıl ışınları az ilerimizde durur. Aydınlıklar çoğalmaktadır. Kuzular telaşlıdır. Anneleri gelecek, emişecekler. Ve Hanife kadın, dedemin gelini, yengem onları sağacaktır.

Miskinim. Kulübenin önünde duruyorum. Bir gemi bu tarafa kayıyor. Dümeni kilitlenmiş olabilir. Bu dev cüsse bana, kulübeme çarpacak. Ama olmuyor. Çıplak ayaklarımı yosunlu denizden çekmiyorum. Yalnızlığımla yaşayacağım.

O kız, sen… Denizler, bu şehir, tek kaygımdı. Şimdi sen. Nerelerdesin? Biliyorum ki ellerinden yine tutmayacağım. Korkular büyüyor. Yer altı örgütleri kulübemi ziyaret ediyor. Murat taksiler gelip gidiyor. Sevimsiz, ağzı Maraş otu kokan, denize tüküren adamları görüyorum. Elime bir tabanca tutuşturuyorlar. Bu heyecanı ilk defa yetişme dönemimde, dedemin toprağa sakladığı, ihtilal askerlerinden gizlediği ve yirmi yıl sonra açığa çıkardığı paslı Karadağ tabancada hissetmiştim. Alnımda terler boncuk boncuk. Çizgiler artıyor. Küçük bir buz dolabım oluyor. Bir akümülatörü kulübenin dışına kuruyorlar. Küçük bir televizyon odamda. Gaz lambamın yerinde bir şehir fotoğrafı. Bunu tanıyorum. Mercimektepe’den Şeyh Adil Mezarlığı olmalı.

Ben büyüyorum. Şehir, sokakları daralan mekân. İnsanlara kurşun yağdırıyorum. Pavyon akşamlarından sabahlara yürüyorum. Yosmalar geçiyor önümden. Bir şarap tasında boğuluyorum. Sakallarıma kadar batıyorum. Şehir duymuyor ve bilmiyor, hiçbir şeyi görmüyor.
Kulübemi özlüyorum. Yosun kokusunu. Odamın altındaki boşluğa yumurtalarını bırakan balıkları; böğürerek üzerime gelen gemileri.

Boğaz’ın en hâkim yerindeyim. Bahçesinde budanmış palmiyeler bulunan bir görkemli konut burası. Şehir orada. İnleyen gemiler, küreklere asılan yorgun balıkçı, martılar. Her şey aşağılarda.

İşte… Tüm ışıltılarıyla hayatı hissediyorum. Önüme çuvalla para konuluyor. Kaynağını bilmiyorum. Sadece bazı akşamların sabahlarına doğru tetik çekiyorum. Namluda bir susturucu takılıdır. Yanımdaki iri adam bana hedefi gösteriyor ve kayboluyor. Onu algılayamıyorum. Şehir kaynıyor. Ben köpürüyorum. Bunalımlarımın durulmasını bekliyorum. Onların davalarını benimseyip kurşunlar saçalıyorum. Bu şehir gerilerde kalmalı…

Bana kadın sunuyorlar. Gözlerinde seni göremiyorum. Kız Kulesi sahilinde gün batımı voltalıyorum. Yalnız ve kederliyim. Kimseyi tanımıyorum.

Şiirlerimi karalıyorum; tenha bir parkın gerisindeki akasyanın duldasında duruyorum. Bir martı geçiyor, onu tanıyorum. Asıl ben, bu olmalıyım. Onu açığa çıkaramıyorum. Sen gelsen. Suda ıslanan şalının bir ucunu bana uzatsan. Görev mi? Gece mi? Katil mi? Ben mi? Titreyen ellerim hedefi tutturamıyor mu? Bu ben miyim? Sen nerdesin? Bütün büyük günahların kaynağında sen oturuyorsun. Bunun ayrımında olabiliyor musun?

Ve hiç kimse gelmiyor. Öykü uzamaktadır. Akşamdır. Balıkçı Hali yoğun. Gemiler karıncalaşır. Trafik artar. Polis isyandadır. Münadi minarede. Çarşamba’nın efendisi vaazda. Bir meyhanenin, kalp çizilmiş köşedeki masasında ben.

Seni bulmak ve şehri görmek için yollara vurmuştum. Bir yoksul kulübesinden görkemli şatolara çıkan yollarda yürüdüm. Ama sana ulaşamadım. Rüyamdaydın. Seni büyüttüğüm ve okşadığım tek yer orasıydı. Ellerine ulaşamıyordum ve sayfalar uzuyordu.

Bu şehir gerilerde kalmaya mahkum olmalı. Bir yola çıkılmıştır. Üsküdar gerilerdedir. Anadolu yolları kıvrımlı…

Hanife kadının sağdığı koyunları hâlâ dedem mi topluyor?
Ona yardımcı olmalıyım…

NUHAN NEBİ ÇAM
tutunamayanlarJuly 9, 2013, 3:11
[1]
Çevrimiçi Üyeler
Üye Ziyaretçi