GEYİKLER, ANNEM VE ALMANYA
09/07/13 | YORUM SAYISI 0 | GÖRÜNTÜLENME 8415 |    Ters Dizgi
GEYİKLER, ANNEM VE ALMANYA
NURSEL DURUEL
ÖYKÜ
CAN YAYINLARI
EKİM2006


İNCELEME: ASUMAN SUSAM

Ben bir su damlası gibiyim annemin yanında. Dereden kopup havaya sıçrayan haşarı bir su damlasıyım. Güçlü, neşeli, yok edilemez bir su damlasıyım. Durmadan akan derenin ve durmadan değişen annemin bir parçasıyım. Onlardan kopan ama onlardan bağımsız bir damla…
Ben bir su damlasıyım. İnatçı bir su damlasıyım büyümek için savaşacağım. Mutlu düşleri gerçekleştirmek için savaşacağım.


Türk öykücülüğünün önemli duraklarından biri Nursel Duruel. Dilinin insanı yabancılaştırmayan, abartılı bir lirizm taşımayan şiirselliğiyle, bize güven veren, içimizden birinin sıcacık sesli seslenişiyle, yalın ve akıcı anlatımıyla, zekanın duyarlılıkla kesiştiği yerden yaptığı gözlemleriyle, yarattığı kahramanların ve oluşturduğu kurguların çok katmanlılığıyla , insanı insana duyurmadaki onurlu inadıyla çok sevmiştik biz onu.

Yukarıdaki alıntı kitaba da adını veren öyküden. Geyikler, Annem ve Almanya Türk öykücülüğü söz konusu olduğunda hiç kimsenin atlayıp da geçemeyeceği öykülerinden. Tıpkı Füruzan’ın Parasız Yatılı’sı gibi. Küçük bir kızdır anlatıcı kahramanımız. Onun dilinden bir ailenin dramıdır gözlerimizin önüne serilen, Almanyalı günlerimizden. Duruel’in diğer öykülerinde de görüldüğü gibi merkezde öykünün kahramanları varsa da onların öyküsünü anlamaya çalışırken bir ülke gerçeğiyle de illa ki yüzleşmemiz gerekir. Göç ve geçim sıkıntısı, bu yüzden dağılmaya yüz tutmuş bir aile ve ailenin kadınlarının birbiriyle dayanışması…tüm bunlar, duyarlı bir kalbin incelikli seçimleriyle film kareleri gibi görsel bir şölene dönüşerek sızarlar gözlerimizden içeri. Geçmiş zaman, özlenen mitsel bir zamandır çocuk için. Rüyalar kadar uzak, bilincimizin tavanarası kadar yakın… böyle bir özlemin dile gelişi kızın rüyasına yansır. Derede yıkanan kilimin geyikleriyle beraber koşan kalbimiz, küçük bir kızın kalbine dönüşür heyecanla. Mutlu ve bütün oldukları zamanlara… Böyle bir etkileşim, böyle bir empati gücü hemen tüm öykülerde dilin yalın, vakur gücüyle sağlanır.

Öykücünün bu kitabındaki diğer öykülerinde de öne çıkan kahramanlar, hep kadınlar. Var olan erkekler, kadınların çatışmalarını, kimlik arayışlarını, kayboluş

dramlarını belirginleştirmek için varlar. Olumsuz ve kötü özelliklere sahip bir profil çizmeseler de güçlü, hayatı dönüştürme gücü olan kişiler olmaktan uzak; iyi niyetli; ama tükenmişlik ve teslimiyetçilik taşıyan karakterlerdir. Böyle değilseler de kuvvetli, değiştirip dönüştürebilen çıkışları yoktur hayata karşı. Kadınlar çok katmanlı, kanlı canlı, derinlikli birer algıyla gözler önüne serilirken, erkekler fotoğrafı tamamlayan birer ayrıntı gibidir. Tek boyutlu yalınkat duruşlarıyla da olsalar o kadınların hikayelerini anlamlandırmak ve boyutlandırmak için onların varlığına da gereksinim duyarız.

Öykülerde çizilen tüm karakterlerin yaşamla ve kendi varoluşlarıyla derdi, kavgası vardır. Dramatik örgünün gücü, alt yapısını toplumsal sorunlar oluştursa da bireysel çatışmalarla kurulmuştur. 03 Nöbetinin santral memuru Saliha’sı hem çalışıp hem yüksek öğrenimini tamamlamak zorunda olan bir genç kızdır. Yaşam kavgasının onu sıkıştırdığı yerde verdiği zorlu mücadelenin yanında, genç kadınlığa geçiş sancıları içinde kendini arayış da vardır. Bu arayış taşralı bir varoluşun, kendini kentli kılma yarışındaki geri kalmışlığın sızısıyla, kapanmayan bir yara, yetişilemeyen bir yarış olarak durmaksızın Saliha’nın karşısına çıkar. İdealist yüreği ile onun gibi kenara atılmış, sorunlarıyla görmezden gelinmiş, soluk alma olanağı tanınmamış benzerleri gibi kent yaşamının kurallarına kendini uydurmak konusunda kıvranır.”Bu konu her açılışta canını sıkıyordu Saliha’nın. Sandviçini yarım bırakıp ayağa kalktı. Başını soğuk cama dayadı. Galata Köprüsünün üst yanı ışık içindeydi. “Olanı kabullenme”, “ değiştirmek için direnme”, “özveri”, “vazgeçiş”,”yenilgi”, ve daha bir yığın kavram birer kıskaç olup sarmışlardı Saliha’yı, yine içine kapanmıştı.” Özellikle bu öyküde taşralığa vurgu ağır basar. “ ‘Sen yarı yarı taşralı bir bayansın Saliha Hanım’ diyordu, ‘bu kent elbette yutacak seni. Geldiğin küçük kentin bildik havasını, güvenliğini bekleme. Bu koca kalabalığa eklenmiş yeni bir parçasın, eklemeliğin her yanından akıyor. Kalabalık içindeki yerini bir türlü saptayamıyorsun…ne tam onlardan birisin ne de onlardan ayrı.” Çokça iç konuşmalarla geçen öyküde anlatıcı aracılığıyla öykünün somut koşullarını algılarken kahramanın iç sesiyle, kendi kendiyle yaptığı konuşmalardan, iç çatışmalarını öğreniriz. Dolayısıyla Nursel Duruel öykücülüğünün tipik ve çok önemli özelliklerinden biri olan, çok katmanlı bir çatışma aktarımını, öykünün farklı anlatım olanaklarını kurarak oluşturduğunu görürüz. Birey - toplum çatışması bir yandan yürüyüp giderken bir yandan da bireylerin kendi trajik seçimleri, seçememeleri ve yazgılarına tanık oluyoruz.

Duruel öykücülüğünün bu yönünü özellikle önemsemek gerek. Edebiyatın derin bir hayatbilgisi içerdiği yer, böyle bir yazma’yla kurulur. Bugün çokanlamlılığını yitirmiş, sabun köpüğü hazlarla bizi oyalayan, tıkanmış, kendini tekrar eden bir edebiyattan söz etmemizin temelinde sanırız hayattan, onun gerçekliğinden kopuk, gerçek dünyanın gerçekliğiyle kendini temellendirememiş, eleştirelliğini

kaybetmiş bir edebiyata mahkum edilmemiz yatıyor. Yazar dediğimiz; kavgası olandır, kendiyle, toplumla, dünyayla,…İçinde hayat olan hiçbir şey kaybolmaz, tersine değerine değer katarak çoğalır ya bu öyküler bize yeniden ve ne iyi ki bunu gösterdi.

Tuhaf ya da beklenmez bir direnç de vardır bu hayatın kıyısındaki karakterlerde. Sorgularken çıkış da ararlar kendilerine. Bu kitabın ana kahramanlarını temel özelliği öyle ya da böyle kimliklerine yaşamın elverdiği ölçüde tutunmaya çalışmalarıdır. O nedenle zayıflık ve çaresizliklerinin içinden insanı etkisi altına alan tuhaf bir güç doğar. Saygı uyandıran, onurlu direnme çabalarıdır çünkü bütün hayatlar.

Saliha öykünün sonuna doğru sesini yükseltir: “Hayır, hayır haksızlık bu, her şeyi inkar bu. Ben bana da zaman bırakacak, beni bir anten parçasına, bir fişe dönüştürmeyecek bir iş sahibi olmak için okumak istiyorum. Şu yeryüzünde, bırak yeryüzünü kendi ülkemde kendi çevremde olup bitenleri kavrayamıyorum. Yarı yerim aydınlıkta, yarı yerim karanlıkta. Kendimi bile yererince ölçüp biçemiyorum. İşte bu yüzden okumak istiyorum.”

Evet izlekler aynı olmakla birlikte her bir öyküde başka başka gerçeklikler kurgulanmıştır. Hayat gibi bireylerin renkleri, yazgıları da değişir. Ama yazar her bir hayat sahnesinin fotoğrafını bize sunarken uzak/yakın plan/detay…hiç fark etmez gözlemciliğinin bütün canlılığıyla ve eleştirel tutumuyla sunar bize insanlarını, onların durumlarını.

Kitabın bir solukta okunmalık önemli öykülerinden biri olan “Minareden At Beni İn Aşağı Tut Beni “ öyküsünde Aslı’nın boynundaki boncukların kopup düşmesi imgesine sığdırılmıştır neredeyse öykünün bütün meramı. İnsanın bilinçdışı süreçlerini son derece başarılı bir biçimde veren bir öyküdür bu da. Buradaki kahraman Aslı, kentli bir kadındır; ama kent ve kentlilik kavramları değişirken, kapitalist toplum düzeninin, modernitenin bireyi sıkıştırdığı yerler yalnız, kentlileşmesini tamamlamamış ‘ötekiler’ değildir. Kentli kadın da kendi olmak, kendini bulmak, ezberlenen ve dayatılan hayattan kaçıp kurtulmak ve kendini özgür ve tam olarak gerçekleştirmek peşindedir. Bu ise sanıldığından daha zordur. Bu basınç bireyde zaman zaman bilinç yarılmalarının oluşmasına, sert uçurum kenarlarına savrulmalara yol açmaktadır. Kadının erkekle eşit ruhsal, fiziksel ve yaşamsal olanaklara sahip olamadığı hayatta kadın, kadınlığını yaşarken zorlanır elbette. Ama bu eksik yaşam yalnız kadına zarar vermez, onu hırpalamaz erkek de dolayısıyla bu yarım bırakılmışlığın içinden tam olabileceği sağlıklı bir bütüne gidebileceği eşini bulamaz. Her şey yarım bırakılmışlığın

hüznünü taşır.Hemen tüm öykü karakterlerinin “Onurlu bir hüzün vardır yüzlerinde.”

Bu öykünün kahramanları Aslı ve Çetin ve Çetin’in annesi; herkes mutsuzdur. İçerden ve kendi kendilerine bu durumla baş etmeye çalışan mutsuz insanlardır. Bu mutsuzluk çağdan, çağa ayak uyduramayan duyarlığı yüksek bireysel varoluşlarından gelmektedir. Kadınlık durumlarından, kendini arayışa, kentli olmanın, aydın olmanın bunalımları son derce başarılı diyaloglar, iç konuşmalar ve betimlemelerle okuyucuya ulaşır.

Bilinçle bilinçdışının kavgası Aslı’nın düşünde son derece etkili bir hal alır. Modern toplum artık bireyin bireysel özelliklerini umursamaz. Noktalar vardır, noktaların görev tanımları... ‘kimlik’ es geçilendir; ama elbet ‘birey’in buna itirazları vardır. Bu gerçek, yaşamda yüksek sesli bir itiraza dönüşmezse birey hastalanır, eksik kalır, örselenir…Saliha’nın içsesinden yükselen itirazın benzeri Aslı’nın düşüyle varlık bulur. Sahibi bilinmeyen ses düşünde Aslı’ya kimliğini sorar.”…Ana-baba adım, doğum yerim, doğum tarihim, öğrenimim ve yaptığım işin kadro adı. Bunlar açıklamaya yetmez. Gördüğünüz gibi ben genç bir insanım. Kimliğim özlemlerimde, yapmak istediklerimde, her gün verdiğim uğraşta, yürüyüşümde, gülüşümde, rüyalarımda. Bütün bunlar öyle özel ki nasıl söylerim size böyle ayak üstü, yüzünüzü bile görmeden.” Diye yanıtlar soruyu Aslı’nın bilinçaltı.

Birlikte ölmediler hiç.
Ölüm aralarında kaldı,
Öylece…
Orta yerde…
Beğenen seçti aldı,
Tek bir sözcük etmeden.


Duruel’in şiirsel söylemi bütün öykülerinde başka başka tatlar katarak kendini hissettiriyor okuruna. Bu şiir tadını baştan sona duyumsadığınız kuvvetli öykülerden biri de ‘Ölüm Arada Kaldı’ öyküsü. Bir şiir metin. Öykünün klasik anlatı yöntemleriyle ama klasik anlatının çok dışında bambaşka bir dünya kucaklaşmasına, hüzün sağanağına dönüşmüş dize cümlelerle karşılaşıyorsunuz bu öyküde. Bir kadın ve bir erkek, bir kavuşamama, bir buluşamama, bir ayrılık, ayrıksılık öyküsü. Kaybedenlerin, tutunamayanların…Ağırbaşlı bir hüzün anlamayı kolaylaştırır mı? Sanırım evet. Bu öyküde anlamanın ağrısı ığıl ığıl saplanıyor yüreğe. O nedenle fark etmeden kuşatıyor bu öykü okurunu; derin izler bırakarak. Diğer öykülerde olduğu gibi bireyden çıkılan yol insanı ister istemez toplumla kucaklaştırıyor. Bu kucaklaşılan yer, bir şenlik yeri olmuyor çoğunca. Bumetinlerle yazar toplumsal katmanları, toplumsal gerçekleri sağlam bir ideolojik tutumla gözler önüne seriyor. Aşkla çıkılan en bireysel yolculukta bile böyle bu. Toplumsal gruplaşmalar, ideolojik çatışmalar kaba bir gerçekliğin içinden değil, ayrıntılardaki özenli seçimlerle, yumuşak dokunuşlarla, imbatın bir tül perdeyi yalayışı gibi geçiyor bize.

İnsani olanı çoksesli, çok görüntülü, çok katmanlı sunarken bize tembel beyinli okurlar da istemiyor yazar. O nedenle okuyucusunu zora koşan bir yazar Duruel aynı zamanda. Farkındalıkla, bilinçle donanmış akıllara seslenen bir yazar. Edebiyatın değiştiren dönüştüren etkisinin çok farkında, sunarken talep de eden bir yazar. O nedenle okumaları bir şenliğe dönüşüp durmadan anlamlar çoğaltan metinlere dönüşüyor öyküler. Durmadan soru sorduran, rahatsız eden…kayıplar, yok oluşlar, tutunamamalar, tamamlanamamalar, eksik kalışlar…kim okursa okusun kayıtsız kalınamayacak sorular sorunlar…

Can yayınlarının Nursel Duruel öykülerini yeniden gün ışığına çıkarmasının genç okurlar adına da büyük bir şans olduğunu saptamak gerek. Özellikle bu kitaptaki her bir öykü 70’li 80’li yılları bir masal gibi dinleyen gençlerin yurttaki toplumsal değişim ve dönüşüm sancılarının birey ve toplum üzerinde bıraktığı izleri görmesi açısından da büyük bir önem taşıyor. Toplumsal bilinci sistemli biçimde felce uğratılmış, darbe sonrası toplumum tarihsizliğe hapsedildiği yıllara tanıklık ediyoruz. Neredeyse afazik bir toplumuz. Kayıtsızlık; bilgisizlik, hissizlik, bilinçsizlik hali değilse nedir ki? Bu halden hızla uzaklaşmak edebiyatın, sanatın sorgulayıcı alanlarına hızla yaklaşmayı gerektirir. Bu da bu alanların araçlarıyla sağlanacağına göre ‘Geyikler Annem ve Almanya’ ve tabii diğer seçkin örnekler bunun en değerli araçları.

Yanlış modernleşme, kapitalistleşme bugün bile kentleri, üzerlerine 30-40 yıldır sinmiş taşralılığından kurtaramıyor. Değişen kentlilik koşullarıyla uzlaşmaya hiç yeltenmemiş yaşlılar, evlerden ve hayatlardan birer birer el çekerken bir devrin kapandığının en büyük işareti oluyorlar. Tıpkı “Fırıncı Şükriye” öyküsündeki Şükriye ya da “ Nereye” öyküsündeki ‘Yusuf’un ölen babası gibi. Bu iki öykü de çok başka yerlerden yürürler hayata ama kuvvetle altını çizdikleri değişimi reddeden eskiler, değişime ayak uydurma derdiyle kimliksizleşen oğullar, kızlar, torunlar ve bu ikisinin arasında kalan, savrulan; gördüğü için, anladığı, insanlığını yitirmediği için bunalımlarının içinde kıvrım kıvrım kıvranan, araftakiler… Onlar bu değişimi akıllarıyla kalpleriyle, onurlarıyla yavaşlatmaya çalışan hayatın kıyısındakiler.

Fırıncı Şükriye öyküsü ta seferberlik yıllarından alıp o günlere 70’li yıllara getirir öyküyü. Ekmek derdi, çalışmanın emeğin onuru, hangi dönemde olursa olsun yalnız

kadın olmanın zorlukları, kadınların birbirileriyle dayanışması, hep baskın olan seçilmiş olan karakterlerde bu olumlu özellikleri görürüz. Zayıflıkları bile şık bir elbise gibi durur üzerlerinde.
Sen çalışan bir insandın Şükriye ablam, büyüdükçe anladım bunu. Büyüdükçe anladım neden güzel olduğunu. Ömrüm boyunca da insanları en çok iş başında olduklarında sevdim.”

Sonu kentlerle biten , ağır yaşlılık uykusuna yatan kasabaları anlatan bir öykü de ‘Nereye’. Kasabalardan kentlere göç orada yaşayan insanları hemen kentli yapmaz. Hep sakil bir yan kalır duyuşlarında davranışlarında. İşte bu, acıtıp incitir kimilerini, kimilerini sonradan görmüşlüğün ihtişamlı çöplüğüne atar. Bu öykünün kadın kahramanı Aytaç, bu çöplüğe teslim olmamak için debelenenlerdendir. Savaşı kendiyle, değişen düzenle, evliliğiyle, ikiyüzlü insan ilişkileriyledir. Bu öyküde belleğin kendini dışa vurduğu yer de alkoldür. Bir esrime krizi içinde yumruya dönmüş habis et parçalarını parçalaya parçalana kusmasını sağlar alkol.”Ben kayıbım…kayboldum…kayboldum…” diye haykırır……Yusuf parmağını karısının yutağına daldırdı, yuttuğu denizi, bütün geçmişi, yutup da bir kez olsun kurcalamadığı bütün bir yaşamı kusmasına yardım etti. Avuç avuç su çarptı suratına….’Bu denli mutsuz olduğunu bilmiyordum.’ diyordu Yusuf.

Gündelik dilin tüm olanakları ve samimiyetiyle taçlandırılmış yedi öykü karşılayacak sizi bu kitapta. Toplumsal ve bireysel iç görüsü yüksek analitik bir zekanın kalbiyle işlediği birer oya her biri. Birey olmanın, kadın olmanın, kentli olmanın, taşralı kalmanın, uykulardan uyanmanın, derin aman vermez uykulara dalmanın, emekçi olmanın…hayatın içinden fışkıran sahneleriyle buluşturuyor bu öyküler sizi. Betimlemelerin sinematografik gücü, diyalogların çatışmaların neden-sonuç ilişkileriyle kurulmasındaki kıl payı dengesi, düş, esrime, iç monologlarla bilinç yarılmalarının bilinç akışı yöntemiyle insanın kalbini yakan ateş ırmaklarına dönmesi…Tüm bunların yalın, ağırbaşlı bir dil bilinciyle buluşması…İşte bu noktada kurulmuş Geyikler annem ve Almanya. Hiçbir öyküye kayıtsız kalamayacaksınız.

İNCELEME:ASUMAN SUSAM

tutunamayanlarJuly 9, 2013, 3:05
[1]
Çevrimiçi Üyeler
Üye Ziyaretçi