DEDEMİN GÜNLÜĞÜ
11/07/13 | YORUM SAYISI 0 | GÖRÜNTÜLENME 2840 |    Ters Dizgi
DEDEMİN GÜNLÜĞÜ

Sisler boğazıma sarılıyordu.
Onun ölüm gününün ertesinde hayata anlamsız, boş gözlerle bakıyordum. Kabullenemeyeceğim bir şey değildi bu yaşamaya gözleri yummak. Bir sala okunurdu, serin ve sisli bir şafak vaktinde. Sonra taziyeler, başın sağ olsunlar…

İhtiyar adam kalın gözlüklerinin arkasından yorgun gözleriyle el yazması bir kitap okuyordu. Rahlenin yanı başında ondan biraz daha yüksek taburede titrek alevli bir mum duruyor ve kitabı, dedemin ak saçlarını ve saatini aydınlatıyordu. Benim çocuk bedenimin gölgesi duvara iri iri yansıyordu. Akşam az önce geçmişti. Beyaz ve dalgalı sakallı adam ayak parmaklarına kadar uzanan pamuk aklığındaki entarisinin içinde vaktin namazından sonra evvabini kılmış, uzun uzun dua etmişti. Mırıltıları, dudak kıpırtıları, nefes almayı bir saygısızlık saydığım o köşedeki kımıldamadan duruşumun arasında kulaklarıma vuruyordu. Sonra beni dizlerine oturtuyor, avuçlarımı açtırıyor ve onun ihtiyar ve benim çocuk samimiyetimle Allah’a yakarıyorduk. Yalnızlıktan, diyorduk. Kimsesiz ve topraksız bir ölümden, art niyetli; yarattığın diğerlerinden sana sığınırız. Ve dedem alnımdan öperdi. Hadi derdi, raftan kalın, kutsal kitabı indir de okuyalım.

Şimdi bir şehrin kimsesiz kaldırımlarında yürüyorum. Fenerler uzaklarda sisler ortasında asılmış gibi duruyorlar. Tek tek arabalar geçiyor. Ellerim o sıra ceplerimdedir. Soğuk. Kömür kokulu, kasvetli bir hava vardır. O, ruhuma işlemiştir. Dedenin ölümünün üzerinden on yıllar geçmiştir. Şimdi o yoktur. Bir delikanlı, kimsesiz, yalnız, yollarda yürümeye mahkum kişi buradadır. Kanatları yoktur.
Üzgündüm. O adamı düşüncelerimden atamıyordum. Her şafağın sökmeye başladığı vaktinde, gülümseyen ama vakur bir ihtiyarın rüyalarımda gezindiği zamanların ardından uyanıyor, yatağımda doğruluyor ve çevremde bir karyola, dağınık battaniyeler ve eskimiş, çatlak bir ahşap masa realitesiyle karşılaşıyordum.

O gün dede elimden tutmuştu. Sabah namazına, meydandaki camiye gidiyorduk. Onun adımlarına yetişemiyordum. Hâlâ uykuluydum. Gözlerimi ovalıyor, düşmemek için bastığım yerlere dikkatlice bakıyordum. Çok eski bir zamandı. Yollarda at fışkıları vardı. Onlara basmamaya çalışıyordum.

Camide bir sıra ihtiyar adam vardı. Sarıklıydılar. Müezzin ezanın sonunu da bitirmişti. Minarenin kapısına biz içeriye girerken kilit vuruyordu. Uykum açılmıştı. Abdestimi, çıkmadan önce evde, avludaki muslukta, eğilerek güç bela almıştım. Dedem, ne yapmam gerektiğini çardaktan, yağ tenekelerine dikilmiş güllerin, yaprağı güzellerin ve çitlembiklerin arkasından seslenmişti. O geceyi dedemde geçirmiştim. Böylece kolayca uyanacak ve camiye yetişecektim.

Korkuyla uyanıyordum. Telaş, ürkeklik gözlerimi açtığımda karşımda sırıtıyordu. Evden öfkeyle çıkıyordum. O vakitte şehir hâlâ uyuyor oluyordu. Cadde boylarında yürüyordum. İşe, okula geç kalıyordum. Kendi hesabımı yapmakta zorlanıyordum. Dedemi düşünüyordum.

Kimsesiz, o günün akşamının ilerleyen saatlerinde –Duvardaki kaplumbağa terbiyecisini göremeden.- ruhumun korkularına şahit oluyorum. İhtiyar adamın güven teklin eden sözlerini kasabanın ardındaki –Oraya her kış kar yağacaktı- hüzünlü doruklara bakarak dinlemiştim. Allah’ın ipi , biz insanları bunalımlardan –sadece beni- boynumdaki yağlı ilmekten kurtaracaktı.
Ölüm dörtlükleri, sesimin yankılandığı boş ve köpeksi sokaklar, kasabanın yukarısındaki –Ölüler ülkesine sis çökmüştür.- mezarlıkların ürpertisi…

Anlattıklarımın, anlatmak üzere olduklarımın ve anlatacaklarımın bunalım ve korku edebiyatı olmamasına o kadar özen gösteriyordum ama bunu başaramıyordum.

Adalar Vapuru’na binmiştim. Sirkeci’nin yüksekteki çatılarına güneşin ışıkları yeni yeni dokunuyordu. Hüseyin Rahmi’nin hikâyelerindeki gemi yolculuklarını düşünüyordum. Kaygısız ve huzurlu insanlarını. Zaten o da öyle değil miydi? Az sonra güvertede bir dansöz –çingenedir- eski, siyah-beyaz resimlerden fırlayıp salınacaktı. Esmer çocuk akordion çalacak. Bir rügâr -çok hafiftir, ılıktır, mutluluk taşımaktadır- Marmara’nın ortalarından topladığı dalgaları geminin gövdesine çarpar.Köpükler dağılır. Güneş yukarıdadır. O gün yanıma “Döşeğimde Ölürken’i” almıştım.

Çamların altında, turkuaz mavisi, çifit mavisi deniz görüntüsü karşısında onu okuyacaktım. Tepede, hâki yeşillerin arasından kafasını çıkarmış köşkleri uzaktan izlerdim, o sıra gemi iskeleye yanaşıyor olurdu. İnsanlar telaşlı, acelecidir. Hepsi de uzaktaki İstanbul görüntüsünden bunalmış, Adalar’daki turlara koşan insanlardı.

Makbule’nin yalısı Boğaz’a bakardı. O ahşap, görkemli yapının etekleri denize değer. Akşamları yalının camlarından denizde parlayan ışıklara ve şehrin korkularının içine içine bir piyano sesi çarpardı. Tuşlara, siyah-beyaz tuşlara zarif, ince parmaklarıyla dokunan Makbule’ydi. Sabahın ışıklarından sonra Üsküdar İskelesi’nde gemiler hareketlenir. Martılar çığrışır, yelkovan kuşları kayıkçılara aldırmadan deniz seviyesinde kanat çırparlar.

Makbule, duvardaki Picasso resimlerine –bunlar taklittir- , Hattat Kâmil Nazik’in silüs çalışmalarına bakar, serin sabahlarda kahvesini verandada yudumlardı. Onun çay saatleri, doğum günü şenlikleri ve poker partilerine devamlı ve hiç aksatmadan katılırdım. Makbule o saatlerde süzgün ve alkolü biraz abartmıştır, sarhoş gözlerini adeta üzerime mıhlar, sanki konukların bir an önce gitmelerini beklerdi. Tabii o, arkada, yalısında hizmetçileri, uşakları ve heybetli yaşantısıyla kalırdı.

Faytoncular “Büyük tur, küçük tur.” diye bağırıyorlar. “Aya Yorgi’ye şu kadar, atla beyim.”
Sakin bir hava. Araçlar geçmiyor. Motor gürültüleri ve egzoz kokusu gerilerde kalıyor. Dalgınım. Kaldırımsız yolların kenarlarında yürüyorum. Arada çıngıraklar, nal sesleri beni uyarıyor. Faytona binmiyorum. Belki bir bisiklet kiralamalıydım.Yolun altındaki köşklerin havuzları, denizden daha berrak ve mavi görünüyor. Az sonra çam ağaçlarının gölgesine ulaşacağım. Deniz çok aşağılarda kalacak. Palmiyeler kollarını germiş uzun boylarıyla birer heyula gibi duruyorlar.

Keşiş Adası’nın esrarengiz yollarında yürüyorum. Asfalttan az önce çıktım. Yoğun ve gür ağaçların ortasında yitiyorum. Yılan gibi kıvrılan bir patika yoldan gidiyorum. Şehir yaşantısından, kalabalıklardan kaçan keşişler buralarda hangi duygularla gezinmişler, bunu bilmiyorum. Belki bilseydim o ruh haline bürünürdüm.
Kurmacanın samimi ellerinden hiçbir vakit tutamıyordum. Debdebesiyle birlikte arsız, düzenbaz ve bunun yanında, farklı mekânların sokaklarında kalışlarımla vakur, ağabey bir şehir beni kollarına alırdı. İskele Gazinosu’na ay ışığı parıltılı, yaz akşamı ılık rüzgârlarının doğurduğu dalğacıklar çarpardı. Hiç kimse ve bütün okuduklarımın müstağni, aç, perme perişan ve soylu insanları ilgi alanıma girmezdi. Korkuları ve uzaktaki iç sızlanmalarını oralarda bırakmıştım. Bazı günler Selim’in meyhanesine gider, balıkçı hikâyeleri dinlerdim. Beynimin uyuştuğu anların ilerisinde sokaklarda gezinir, şehrin güzel kadınlarına sataşırdım. Gençlik ve şehvet…
Haftalardır Makbule’ye uğramamıştım. Bilgi ve davet mesajları alıyordum. Onun, o lüks ve piyano sesleriyle, keman inlemeleriyle dolu yaşantısı hoştu. Ama benden uzaktı. Oraya artık gitmiyordum. Alkol, sigara kokulu ve kadın kahkahalarının birbirine karıştığı ortam beni sıkıyordu. En son yalının iskelesinden, sallantılı denizde tutunmaya çalışan bir tekneye binmiş ve Boğaz’da bir gezinti yapmıştık. Makbule iri dudaklarını kaygı ve bunun yanında küçümsemeyle büküyor, kıyılardaki parklarda güneşlenen ve oltasını denize sarkıtmış insanlara bakıyor, onların hikâyesini merak ediyordu. “Onlara acıyorum.” diyordu. İnce parmakları ararsına sıkıştırdığı sigarasını ağzından uzaklaştırırken ve boşluğa dumanları üflerken…

Böyle bir yaşantı hücrelerime, iliklerime kadar işlemişti. Ve sonrasında İsmail Dedeli düşünceler beni tekrar yokluyordu. Onu hafızamdan hiçbir zaman silememiştim anlaşılan.
Çocukluğumda ve yetişme zamanlarımda elimden tutan, bana kutsal metinlerden pasajlar aktaran o münzevi, mütevekkil adamın ölümünden sonra uzun yıllar bir bir akmıştı. Ama onlu düşünceler şimdi, nedendir yine canlanıyordu.
Artık nesneyle, organlarımın bakışları ve diğer insanlarla barışık olamıyordum. Korkular gelirdi. Evimin arkasındaki kavşakta trafik kilitlenir. Küfürler, hakaretler, klakson sesleri…- Bir kış vaktidir, az önce kar yağmıştır. Penceremden keskin bakışlı bir rüzgâr görünmektedir.- Yalnızlık büyüyor. Dedesiz bir yaşantı, on yıllar geçmesine rağmen benimle uyuşamıyor. Yoksa korkular ve bir başına hayata tutunamama durumlarıyla beni dede mi yetiştirmişti? Onu bir türlü unutamıyordum.
Şehrin akşamlarının ilerleyen vakitlerinden şafaklara kadar gazinolardan caddelere gürültüler taşıyor.
İnsanlar eğlencededir.
Sarhoşlar kusmuklar içinde.
Dedeyi unutamıyordum.
Sisler boğazıma sarılıyordu.

20.12.2006
NUHAN NEBİ ÇAM
tutunamayanlarJuly 11, 2013, 5:21
[1]
Çevrimiçi Üyeler
Üye Ziyaretçi