JEAN FRANÇOİS MİLLET
26/05/14 | YORUM SAYISI 0 | GÖRÜNTÜLENME 6251 |    Ters Dizgi
“Sanat bir kavgadır. Kişinin canıyla kanıyla, etiyle kemiğiyle girişeceği bir kavga… Çalışarak sürdüreceği bir kavga. Bir şeyi kötü ya da eksik söylemektense suskunluğu yeğlerim...”

Fransız ressamı Millet yukarıdaki cümleleri yazdıktan birkaç yıl sonra öldü. Yıl, 1875’di. Van Gogh o sıralarda 22 yaşındaydı. Ve kardeşi Theo’ya yazdığı mektupta “İşte düşüncelerimi yansıtan bir ressam” diyerek Millet’nin sözlerini alkışlıyordu. Van Gogh, Millet’den ne ilk ne de son kez söz ediyordu. Araştırmacılar, Von Gogh’un kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplarda tam 214 kez Millet adının geçtiğini saptamışlar. Millet’nin adını ağzından düşürmeyenlerin Van Gogh gibi değer bilir sanatçılar olduğunu sanmak da yanlış.

Baudelaire gibi ünlü şairler, Jean J. Rousseau, Saint-Victor gibi yazarlar ve bir sürü politikacı yalnız yaşamı boyunca değil,ölümünden sonra da Millet’yi rahat bırakmamış. Sağcılar yerden yere vurmuş solcu diye. Solcular hakkını verememiş, yeterince solcu değil diye. Bugün Millet’nin tabloları Küba’da, Moskova’da takvimleri süslerken, Fransız sosyalistleri hâlâ sanatçının “doğruları”nı tartışıyor. Din adamları Millet’ nin dinsizliğinden, sanatçılar ise dindarlığından yakınırken bir de bakıyorsunuz, Millet’ nin bir tablosu bir yerde bir kilisenin baş duvarında. Başka bir yerde en pahalı, en lüks çikolata kutularını süslüyor.

Millet ne yapmış bunca öfkeyi, bunca tartışmayı hak etmek için?
Yalnızca resim yapmış.

Yukarıdaki cümleler de nasılsa çıkmış bir kez kaleminden. Çünkü özel yaşamında hiç de o sözleri benimser gibi değil. Tam tersine, içine kapanık, suskun, kendi halinde, herkesten kaçan, gizlenen biri. Millet’ye hak ettiği yeri verebilmek için ,ölümünün üzerinden tam 100 yıl geçmesi gerekti. Ve bugün başta Fransızlar olmak üzere çeşitli ülkeler onu geniş kitlelere tanıtmak , değerini açıklamak için birbiriyle yarışa girdiler. 100. yıl, vicdan borcunu ödemek isteyenler için iyi bir fırsat oluyor genellikle. Millet için de durum farksız değil.

Jean François Millet 1814 yılında doğdu. Cotentin’li köylü bir ailenin oğluydu. Bütün tanıdıklarının portrelerini yapıp bitirince babası oğlunun elinden tutup kente götürdü. “Biraz da bilerek resim yapsın” diye... Kent Cherbourg, Millet’nin yaşı onsekiz. Öğretmeni ise zamanın ünlü ressamlarından Langlois. İki yıl sonra bu yürekli öğretmen, “Ne benim, ne de bu kentin bu çocuğa verebileceği bir şey kalmadı” diyerek kentin belediyesinden sağladığı olanaklarla bu köylü çocuğun Paris ‘e gitmesini sağlar.

Yirmi yaşında Paris...
Paris karanlıktır, sislidir, gürültülüdür, kalabalıktır, tek kelimeyle ürkütücüdür. Ve dağlara bayırlara, gökyüzünün mavisine, insan sıcaklığına alışık olan Millet ürker, korkar... Paris’te insanlar acımasızdır, birbirlerine bakmadan konuşurlar, birbirlerinden habersiz oraya buraya saldırırlar. İşte o günden sonra Millet içine kapanacak önceleri “korku” diye nitelediği duygular, çok geçmeden utangaçlığa dönüşecek. Daha sonraları eleştirmenlerin “sakalının altına gizlenen ressam” dedikleri Millet işte bu sıralarda doğacak.

Jean François Millet, 1837-1848 yılları arasında Paris’te kalır. Sonra kısa süre için Cherbourg’a gitti ve tekrar Paris’e döner. Evleniri. Karısı ölür. Evinin temizlik işlerine bakan bir kadınla ilişki kurar. 1853’de onunla evlenir ve 1861 yılına dek dokuz çocuğu olur.

1848 yılı, dünya için olduğu kadar, Millet’nin yaşamı ve sanatı için de önemli bir tarihtir.
Devrimler birbirini izlemiştir; Fransız Komünü ayaktadır. Romantizm ise pek çok yara almıştır, can çekişmektedir. Natüralizmle realizmin çatışması başlamıştır. Millet iki yıl Paris’in kavgalı gürültülü yaşamını paylaştıktan sonra 1850’de Barbizon’a dönerek gerçek kimliğine, “köylü” kişiliğine bürünür. Artık kırlarla, bayırla, sıcak insanlarla kaynaşmıştır. Ama bütün ”gümbürtü” bundan sonra kopacaktır. Bundan böyle Millet’nin adı tartışmalardan, kavgalardan eksik olmayacaktır. Bu “gümbürtü”yü daha iyi anlayabilmek için sanatçının 1848’den önceki resim çalışmalarına bakmak gerek.


Millet, Paris’e geldiği günden beri Louvre Müzesi’ndeki eserlerin etkisinde kalır. Ardından da Corregio, Fragonard ve Diaz gibi ressamların... Süslü püslü kadınlardan, soyluların portrelerinden tutun da manzara resimlerine dek çeşitli konulara yer verir tablolarında. Bunlar arasında et yığınlarını andıran şehvetli kadınlar da bulunmaktadır. Paris'te geçirdiği on yıl, bu utangaç içine kapalı genci bireycilikten nefret etmeye iter. Bireycilikten nefret ise, çok geçmeden tablolarında yer alan o süslü püslü kadınların, soylu beylerin saçma sapa alığını düşündürür Millet’ye...

Aramaya başlar... Öyle resimler yapacaktır ki, tabloda şu ya da bu kişi değil, bir toplumu simgeleyen herhangi bir kişi yer alacaktır. En yakından tanıdığı, en iyi bildiği, kendini en rahat hissettiği, köyüdür ya da herhangi bir köydeki topluluktur. Bu nedenle köylülerin resmini, yalnız onlarınkini yapacaktır. Köylülerle ilgili bir tablosu ”Buğday Eleyen Adam”'la birlikte tartışmalar da başlamış olur.

Tartışmanın konusu şudur:
“Millet, bu konulara politik bilinçle mi yaklaşıyor, yoksa kendisine en doğal gelen konu olduğu için mi yaklaşıyor?”

Öyle ya da böyle, Millet, bu tartışmaların hep dışında kalır. O yalnız resim yapma devam eder. Bildiği, tanıdığı, sevdiği, bir parçası. olduğu köylülerin resimlerini..

Yıl 1850. Millet otuz altı yaşındadır. Devrimleri görmüş, Paris’ten ayrılıp Barbizon’a yerleşmiştir ve ikinci bir tartışma konusu çıkar:
Bu kararı vermesine Paris’teki kolera salgını mı, Barbizon’daki rahat hayat mı neden oldu? Yoksa köylülerle, köylü yaşantısıyla bütünleşme amacı mı?
Millet yine bu tartışmaların dışında kalıp resim yapmayı sürdürür.
“Bazı şeyleri, gördüğüm şeyleri anlatmam gerek. Söylemek istediklerimi söyleyinceye dek resim yapmaya devam edeceğim”
der de başka bir şey demez. Tablolar birbirini izler:
Saman Taşıyıcısı
Oturmuş Çoban Kızı
Tohum Serpen Adam (1850)
Başak Toplayan Kadınlar (1857)
İneğini Otlatan Köylü Kadın (1859)
Istakoz Avcıları (1857)
ve Millet’nin adını ölümsüzleştirecek olan
“L’Angelus” ya da “Sabah Duası” (1859)
Bunları bir birbirinden ünlü öteki tabloları izler. Öyle ki, Van Gogh günün birinde kardeşi Theo’ya şöyle yazacaktır:
“Breughel’le Millet arasındaki konularını köyden köylüden alan resimlere bakıyorum da, böyle bir şeyin ‘eskiye’ maledilemeyeceğini anlıyorum. Köylüyle çalışırken, kendi işini yaparken, eylem içinde vermek, ancak modern sanatın amacı, çekirdeği olabilir...”

Oysa bu resimler üzerine başkaları başka şeyler söylüyordu. Bu söylentiler 1859’ da, Millet tüm eserlerini, Paris resim salonunda sergileyince haykırmaya, lanetlemeye, suçlamaya dönüştü. Sergiyi gezen Beaude haykırıyordu:
“Bu resimlerde görünen şeylere köylü diyorsanız, onlardan nefret ediyorum. Kendilerini beğenmiş zavallıcıklardan başka bir şey değil bunlar.”
Kimi de “Bay Millet yalan söylüyor” diyordu. ”Fransa’da böyle yorgun böyle aç, böyle yoksul insan yoktur. Varsa bile bunlar köylü değildir.” Ya da, “Köylü adını verdiği bu kişileri resimleyerek Millet kimi suçlamak istiyor?” diye soruyorlardı. Bunlar sağ kanadın görüşleriydi. Sol kanat ise Millet karamsarlıkla, kadercilikle suçluyordu:
“Millet’ nin köylülerinin yüzünde, çalışma zevkinden çok bir katilin korkusu okunuyor” diyerek.

Alıntı>
Köylülerin ressamı
Yaşadığı dönemde “Köylülerin ressamı” adıyla ün yapmış olan Jean-François Millet 4 Ekim 1814’te Manche üzerinde bir köyde, Gruchy’de fakir bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelmiş, ilk öğreniminin arkasından ailesinin yanında çobanlık ve çiftçilik yaptıktan sonra, resim sanatına yeteneği olduğu anlaşılınca Cherbourg’a gitmiş, orada Mouchel ve Langlois ile süre çalışmıştı. Bir burs sağlayarak Paris’e gidişi ve Paul Delaroche’un atölyesine girişi daha sonradır.
Ama büyük kent onu sıkmaktaydı. Açık havayı, tarlaları, köylüleri ve köy yaşamını seviyordu. İlk zamanlar bir portre ressamı olarak çevresinde tanındı. Bu tür resimlerinden birini, ilk kez 1840’ta devlet sergisine kabul ettirmeyi başardı. Resimlerinde taşra niteliği taşıyan bir tür yeni klâsizm hakimdi. 1850’lere doğru en iyi portrelerini yaptı. İlk eşinin ölümü üzerine yeniden Cherbourg’a yerleşti. Paris’e dönmeden önce bir süre Havre’da oturdu. Portre resimleri dışında kır ve çoban yaşamını konu aldığı çalışmalarında, çağdaşlarından Diaz’a, Prudhon ve Corregio geleneğine bağlandı. Paris döneminde, daha önce denemediği heykelimsi formlar içinde farklı konuları denedi. Delacroix ve Poussin’in etkisinde kaldı. Ismarlama işlerin azlığı nedeniyle pek az portre yaptı. Günlük yaşamdan aldığı. konuları işledi. Çizgi halinde bıraktığı ve bir bölümünü boyaya aktardığı çıplakları da başarılı yapıtları arasındadır. Anıtsal anlamda ilk köylü figürü olan “Buğday Eleyenler”i de gene bu dönemin ürünüdür.
Bir çok sanatçı gibi Millet de 1848 devriminin sonuçlarından etkilenmişti. Köylü figürlerinin resimlerine büyük çapta girmeye başlaması, bu olay nedeniyledir. Normandiya ve Auvergne’e yaptığı kısa geziler dışında, yaşamının geri kalan bölümünde, 1849’dan başlayarak Barbizon’da geçirdi. İkinci İmparatorluğun toplumsal ve sanatsal tarihine ışık tutan “Çapalı Adam”, “Ölüm ve Oduncu”, “Başak Toplayanlar”, “Orakçıların Yemeği” gibi tabloları 1850’ lerde Millet’ye oldukça büyük bir ün sağladı.


Millet’nin yapıtı bu yıllarda kentsoylu gözünde, 1848 devriminin ve yoksulluğun simgesi sayıldı. Klasizm ve romantizm ile yarışabilen yeni bir natüralizmin gelişmesinde etkili oldu. 1875 Ocak’ında Barbizon’da öldü ve yakın dostu ressam Thèodore Rousseau’nun yanına gömüldü.

Bir Başyapıt “L’Angelus”
Millet 1865’te şöyle diyordu:
“Ben bu tabloyu, bir zamanlar büyükannemin yanında tarlalarda çalışarak, ölülerimizin ruhuna kutsal duamızı söylemek için bize işimizi bıraktıran çan sesini, elde şapka, çok sofuca dinleyerek ve düşünerek yaptım.”


Ölümünden sonra uzun bir süre karanlıkta kalan, giderek unutulan Millet, birçok Amerikalı ressam ve sanat amatörünün çabasıyla Boston’da yeniden gün ışığına çıktı, kişiliği ve yapıtları eski ününe kavuştu. Bugün de onun yapıtlarının önemli bir bölümü Amerika müzelerindedir. Boston’da en güzel tabloları ve pastelleri yer almaktadır. 1858- 59’da yapmış olduğu “L’Angelus”, yakın yıllara doğru bir dönemin başyapıtları arasında anılmaya başlayınca, bu tablo üzerine kurguya dayalı yorumlar da birbirini izledi Mizah edebiyatı, konuya e gecikmedi. “La Vie Parisienne”de Paul Hadol, tablonun karikatürünü şu alt yazıyla verdi:
“Aziz kardeşlerim, çürük patatesler için dua edelim.”
Fakat Van Gogh, kardeşi Thèo’ya yazdığı mektuplardan birinde “mistik bir güzelliğin ve gerçek şiirin yakarışı” diye söz etti ondan. Roger Peyre ise şöyle yazdı:
“Kırsal kökenli sınıfların bunaltıcı, kilise yanlılığını gösteren ondokuzuncu yüzyılın en dinsel yapıtlarından biri.”

Dönemin bir güzel sanatlar yetkilisi, bu tabloda “eski Fransa’ya ve özellikle Fransız köylüsünü Hıristiyanlıktan çevirmek için Ligue zaferinden yararlanmayı bilememiş olan IV. Henri’nin gerçek dışı politikasının sonucu”nu gördüğünü açıklamıştı. Başkaları ise “Angelus 1848 devriminin bir savunusu olarak değerlendirmişlerdi. Salvador Dali’nin, “Angelus”un uyandırmış olduğu dinsel hayranlığı şiddetli bir biçimde sarstığı söylenebilir. Orta düzeydeki izleyici onda, dinginliğin, sessizliğin egemen olduğunu görüyor, ciddi insanların safyürek dindarlığına hayranlık duyuyorlar, “trajik bir efsane” ya da “paranoia critique” kaynaklı erotik bir mesaj buluyorlardı.

Sonuç
Millet’nin yapıtından üretilen bir dizi, resim, desen,, gravür... Sonuncusunu Dali’nin bir metninde buluyoruz:
“Saat kaç?”
“Angelus’un zamanıdır şimdi..”
“O halde, garson, getir bana soytarıyı...”
Millet’nin ölümünden sonra, karısına yardım olsun diye yapıtlarım satışa çıkardıklarında, atölyesinde kalmış olan tüm re simleri, etüd ve desenleri 321 bin franka alıcı bulmuştu. “Angelus’un fiyatı ise, daha 1881’de 160 bin frankı geçmekteydi.
Kaya Özsezgi
<Alıntı

Bu tartışmaların en ilginci “L’Angelus” (Sabah Duası) üzerine
Bu ünlü tablo iki köylüyü yansıtır. Ellerini kavuşturmuş, başı eğik genç bir kadın ve sıkıntıdan elindeki şapkayı çeviren (hani sonsuza dek çevirecekmiş gibi) bir adam. Tabloya Millet, “Patates Tarlasında Verimsiz Bir Yıl” adını vermiş önceleri. Sonra ressam arkadaşlarının etkisiyle adını değiştirmiş ve daha dinci görünmek için fona bir kilise kulesi eklemiş. Tablo, yapıldığı yıl bir Amerikalıya bin franka satılmış. Amerika’da birkaç kez el değiştirmiş, sanatçının ölümünden sonra 1889’da sergilenmiş ve milyonlarca Amerikalı tabloya hayran kalmış. İşte o zaman Fransızların “Millet hisleri” kabarıyor ve tablo geri alınsın mı alınmasın mı diye yeni bir kıyamet kopuyor. Sağcılar,”tablodaki insanlar dua ediyorlar, yaşasalardı sağa oy verirlerdi” diyorlar. Solcular ise “Bunlar köylü, çalışan insanlar, yani bizden” diyorlar ve hem sağcılar hem solcular ise, “Angelus bizimdir. Fransızdır” diyerek tablonun alınmasını istiyorlar. Ve Louvre Müzesi, bin franka satılan tabloyu 800 bin altına geri alıyor (Tablo, şimdi Louvre Müzesi‘ndedir). Tabii bütün bu tartışmalar olup bilerken Millet yaşamıyordu. Yaşayan, sadece sanatçının bırakmış olduğu yağlıboya, suluboya ve sayısı kesinlikle bilinmeyen bir sürü karakalem desen ve eskizlerdi. (“Söylemek istediklerinin hepsini resimlemeye vaktim yetmeyecek” diyen sanatçı bol bol da eskiz yapmıştı.) Bu tablolarda yaşayan ise Van Gogh ve Pissaro’yu etkileyen ışık gücü desenlerdeki sağlam yapı, biçimlerin sade çizgileridir.

Zeynep Oral, Milliyet Sanat, 1975


Sezai EkinciMay 25, 2014, 11:43
[1]
Çevrimiçi Üyeler
Üye Ziyaretçi